“Yüreğinizin gizeminde bulduğunuz ülkeyi,
uzun zaman ve boş yere aradım durdum yeryüzünde„
ALAIN FOURNIER
Zamanın neresinde olduğumu bilmiyorum. Rumeli Feneri’nin altındaki kayalıklardan denize, balıkçılara, uzaklara, maviye bakıyorum. Bir tanker geçiyor, bembeyaz bir martı gökyüzünden süzülüp sahilde birbirlerine yaslanmış gibi duran büyük gri kayalara konuyor. Onun beyaz olmadığını, siyah lekeleri olduğunu, gökyüzünde bir sürü bulut olduğunu ve havanın sıcak değil de serin olduğunu fark ediyorum. Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil.
Rüzgarın sesi ellerimden kayıp gidenleri, kaybolan günlerden gelenleri fısıldarken içimdeki hüzünlerin, bazen de çocuksu nedensiz sevinçlerin ve kaygıların küçük izlerini sürerek bu belirsiz zamanda isteksizce, çaresiz yuvarlanıyorum. Neden, niçin, nasıl olduğunu bilemediğim şeyleri bir yana bırakıp ağlamanın ya da gülmenin bilinen anlamlarının dışında bir yere ulaşıyorum.
İçinde bulunduğum durumun adını henüz bilmiyorum bu bir düş olmalı, belki de tasarlıyorum, uyduruyorum... Düş gördüğümü sanıyorum. Tuhaf, benzersiz, istemim dışında beni başka bir dünyaya sürükleyen hayal gücüm olmalı...
Yıllar önce terk ettiğim, bütünleşme duygusu denen şeyi mi arıyorum? Hayatın gerçek anlamını bir başka insanda bulduğunu sandığında, kendi eksik parçanı onunla tamamladığını düşünürken bir biçimde kendini ya da onu ansızın yitirdiğinde, yitirmesen de ilişkini eskittiğinde içine düştüğün o derin kuyunun adı neydi? Hayal kırıklığı mı? Aynada saklı bir bilmecenin birbirine hiç uymayan parçaları gibi karmakarışık, uçuşan düşünceler arasına sıkışmış, düşsel görüntüler arasında kalmış yorgun bir usun hezeyanları olmalı bütün bunlar...
Bir ses uykumu bölüyor, uyanıyorum ama gözlerimi açamadan dakikalarca öylece hareketsiz yatıyorum. Kalkmalısın diyorum kendime ama doğrulup kalkmam için gayret etmem gerek. Yatağımın içinde bir süre oturuyorum. Saate bakıyorum, sabaha daha çok var. İsteksizce kalkıp evin içinde odadan odaya dolaşıyorum o sesin nereden geldiğini araştırıyorum…
Bir zamanlar her şeyden korkardım. Gök gürültüsünden, yıldırımdan, kapalı bir yerde kalmaktan, yalnızlıktan artık hiçbir şey beni korkutmuyor. Yokluk, kimsesizlik, çaresizlik her ne olursa olsun. Bir tek sessizlik tüketiyor içimdekini. Sessizliğe katlanamıyorum. Hayal kırıklığım kendime ve kutsal saydığım her şeye rağmen gün geçtikçe büyüyor. Ruhumu yitirdiğim andaki o sarsıntının görüntüsüyle birlikte yerin ayaklarımın altından kaydığını fark ettiğimde duyduğum acayip uğultunun yankısı, sonsuza dek unutamayacağım biçimde usuma yerleşmiş yok edemiyorum ama savaşıyorum.
Evdeki bütün ışıkları sırayla yakıyorum. Işık düşünceleri dağıtır mı? Belki yıkansam, ovunsam dert edindiklerimden sıyrılır mıyım?
Bu kocaman, siyah-beyaz döşenmiş dairede yalnızım. Pencereden dışarıya, ne zamandır unuttuğum dünyaya, karşıdaki apartman dairelerinin tek tük yanan ışıklarına, sokağın karanlığına bakıyorum. Alt katta oturan komşular kim bilir kaçıncı uykularındalar. Benimse çıplak ayaklarım halının üstünde sessizce her yanı adımlıyor. Acaba arada bir komşuların da benim gibi uykuları kaçıyor mu?
O korkunç gecede gökyüzünde binlerce yıldız vardı ve ben yıldızlı geceleri severdim. Yazgıya inanırdım. Gece yalnız yaşayan insanlara, yine kim bilir ne tuzaklar hazırlıyor. Kendimi sokağa atsam, bu saatte nerelere gidebilirim? Uyku ilacı alıp uyusam mı derken yemekte içtiğim iki kadeh şarabı anımsayıp vazgeçiyorum. Siyahtan beyaza, kırmızıya, maviye bütün renklere bulanıyor her yer ve ben çaresiz, renksiz, öylesine kararsızım. Bir şeyler olsa da kendimi, içimdeki boşluğu, soğuk yatağımı, sahipsiz ellerimi, kollarımı, uykularımı bölen sesi unutsam. Karamsarlığımdan kurtulabilmek için bir kadeh daha şarap içip biraz daha kitap okumayı düşünüyorum.
Uzun zamandır okumaya çalışıp da okuyamadığım bir kitabı elime alıp yatağıma dönüyorum. Yastığımı düzeltip örtüyü üzerime çekiyorum. Kitabın sayfalarını karıştırıp daha önce bıraktığım yerin birkaç sayfa gerisinden tekrar okumaya başlıyorum. Saatin sesine takılıyorum, bir an kalbimin bu sesle senkronize attığını hissediyorum. Dursa, hiç atmasa kalbim ve bir daha hiç acımasa, bir şey hissetmese artık. Saatin pilini çıkarıp yatağımın baş ucunda duran konsolun üzerine bırakırken, zamanı bu odanın içinde durdurduğumu varsayıyorum. Benim için gecelerin gündüze, gündüzün geceye karıştığı günlerden biri daha ve yine bitmek bilmiyor.
Düşüncelerimden sıyrılmaya çalışıp tekrar elimdeki kitaba dalıyorum. Onu satın aldığımda gezdiğim gördüğüm yerleri yeni bir bakış açısıyla anlattığını sanıyordum ama resmi tarih dili içimi sıkıyor. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, kendimi sonunda yeniden uykuya bırakıyorum.
Yine düşler, ilkbahar ve hafif yağmurlu İstanbul. Sırt sırta dayanmış yamuk yumuk renkli apartmankonduların arasındaki otoyolda hızla yol alan otomobilin içindeyim. Şehir arkamda kalıyor nereye gittiğimi önceleri bilmiyorum sonra kendimi havaalanında buluyorum. Bir uçak iniyor yolcuların arasında bana benzeyen genç bir kız var. Benim gibi konuşan, benim gibi gülen. O kız benim! Çok mutluyum. Gözlerim parlıyor ve enerji doluyum, içimden dans etmek, şarkı söylemek geliyor. Parlak renkli çiçeklerle süslü piliseli etekliğim uçuşuyor. Saçlarımı küçük bir topuzla toplamışım, gözlerimin üstüne düşen perçemlerimi elimle düzeltiyorum.
Biri uzakta bir yerde durmuş beni izliyor. Onu kalabalıkta ve karanlıkta kaybediyorum. Her köşeyi gözlerimle arıyorum, bulamıyorum. Suskun, utangaç, çekingen genç erkek gözleri uzun süre aklımdan çıkmıyor. Henüz on beş yaşın sıradan, el değmemiş kayalıklarında ve sığ kaygılarındayım. Müzik ve karanlıkta kayboluyorum. Birbirimizi bir kez daha bulana dek yıllar geçecek biliyorum ya da bir daha hiç bir yerde karşılaşmayacağız...
Uyanıyorum. Sıcaktan terlemişim, her yanım yapış yapış. Gidip yıkanıyorum. Sular her yanımdan süzülürken ruhumu ve kendimi hala yaşadığım için şimdilik affediyorum. Depremden beri böyleyim. Büyük sarsıntı, felaket her yeri yok ederken beni de yerle bir etmiş olmalı. İçimdeki yıkıntı her geçen gün daha da büyüyor. Kaç yıl geçti? Unutamadım. Yitirdiklerimin acısı beni düşlerimde bile geçmişe sürüklüyor. Bu hesaplaşmayı kendimle belki de şimdiye kadar daha önce hiç sarsılmamış inançlarımla bağlı olduğum yüreğimdekiyle yapıyorum.
Ağustos sıcağı da kendini unutturmuyor. Bir unutabilsem. Yağmur yağsa… Kent hala boş, ekonomik kriz falan dinlemiyor insanlar. Herkes bir yerlerde tatilde olmalı. Bense odamın duvarını süsleyen yağlı boya resimdeki tekne gibi tercihli yalnızım. Aslında bir telefon açıp gelip beni alın desem koşup gelir alırlar ve hâlâ katlanamadığım hayata uydurmaya çalışırlardı. Sokağa çıkıp daha önce de bir kez yaptığım gibi kalabalıkların arasında dilediğimce kaybolsam mı? Oysa ben, hiçbir yere, kimseye, hatta bu dünyaya bile ait değilim. Yüreğimdeki sızıya rağmen bazen bunu düşündüğümde, kendi varlığıma bir süre katlanabiliyorum. Bu sıkıcı odayı sınırlayan duvarlar arasında, varlığımı ve düşüncelerimi kuşatan ikilemlerden arınabilmenin yollarını kendi kendime arıyorum. Dışarıdaki kocamış, efsanevi kent kemiklerine, iliklerine hatta hücrelerine kadar benim gibilerle dolu. Hiç birimiz diğerine benzemiyoruz. Her birimizin bol seçenekli seçeneksiz yaşam öykülerimiz var. Yazılmış olanları yıllarca okusak bitmez. Farkında olmakla ilgili bir sorun bu. İnsan farkında olmamayı da tercih edebilir değil mi? Görme biçimini değiştirebilir aslında... Bakar ve geçer gider, görmeyebilir isterse. Belki de çiçekler ve böcekler gibi yaşayabilir. Yaşayabilir miyim?
Kütüphanedeki kitapların arasında duran sarı defteri alıyorum elime. O defteri, eski kitapları kutulara yerleştirirken bulmuştum. Kimin yazdığını önce anlayamamıştım sonra, okudukça bir yerde unutulanlar tamamlanıverdi. Anımsayabildiklerim de diğer düşlerime karıştı. Sarı sayfalarda kendi yazımı okumakta güçlük çekiyorum. Kime yazmıştım bütün bunları? Şiirlerde ve yazılarda kahramanca tutkulu sözcükler var. Değişmişim. İdeallerim yaşantının sürüklediği biçimde erozyona uğramış. Sanki pembeyken kahverengi olmuşum. Şimdi önceleri şiirler yazdığım gün batımları büyük kalabalığın içinde unuttuğumu var saydığım ya da unutmalıyım diye düşündüklerimi, aykırılıkları, ayrılıkları çağrıştırıyor.
Geceleri uykumu bölen sesin kendi sesim olduğunu anlamak da sarsıcı bir teşhis. Kendi iç sesim... Gülen, ağlayan, kahkahalar atan, alay eden, yalan söyleyen-söylemeyen, şarkılar söyleyen sesim.
Kapımın zili sürekli çalıyor. Bu kez kapıdaki kim diye bakmalıyım yoksa başım daha çok derde girecek. Ellerim kapının tokmağına uzandığında titriyor. Dışarıdan gelen sesleri ayrımsamaya çalışıyorum. Yavaşça aralıyorum. Havaalanındaki kız karşımda duruyor. Gözlerinde içimi görüyorum, sesini duyuyorum. Kapının önünde inatla bekliyor ve benimle barışmak istiyor.
Sarılıp ona ağlasam bana yitirdiklerimi geri verse. Sıcacık gülüşlerimi, aşık bakışlarımı, çocuksu sevinçlerimi, neşemi ve basit mutluluklarımı geri verse diye, yalvarmayı düşünüyorum.
Kulağıma usulca “Çık dışarı ve hayata karış!” diye fısıldıyor. Kulaklarımı tırmalayan, başımı ağrıtan bir gürültüyle birlikte yer yine sarsılıyor, insan sesleri, çığlıklar, avuçlarımdan kayıp giden bir el, sanki ayaklarım yerden kesiliyor önce uçup sonra düşüyorum.
“Dışarı çık” diye bağırıyor ses, çılgınca kendimi sokağa atıyorum. Koşuyorum, nefesim tıkanana dek koşuyorum. Arkama bakmadan koşuyorum.
Kendimi bulduğumda çocuk bahçesinde bir bankta oturuyorum. Tekrar güneşi fark ediyorum gözlerim kamaşıyor, ağaçları görüyorum. Yağmur ne zaman yağmış? Çimenlerde yağmurun ve toprağın kokusu var. Ayakkabılarımı çıkarıp toprağa bin yıllık özlemle basıyorum. Çocuklar koşup oynuyorlar hiçbir şey olmamış gibi. Benimse her yanım ağrıyor, ağır bir hastalıktan kurtulmuş gibiyim. Yorgunum. İçimdeki o; iç sesim beni kucaklamış. Geldiği yere geri dönerken ağacın ardından bana el sallıyor. Yürüyorum. Kayalıklara vardığımda önümdeki denize, maviye bir an bakıp, kendimi hayata yeniden bırakıyorum.
“Hiç Kimse Bir Başkası Olamaz” adlı öykü kitabından. Cadde Yayınları 2005