“Tık tık”
Buradayım demekti. Her zamanki gibi bilgisayarın başına geçip gelen çağrıya cevap vermeye başladı Nazan. Yüzünü hiç görmediği bir adama yazıyordu. İşten ayrıldığından beri, internette sürüp giden bu yazışmalar aylardır onu eve bağlamıştı. Bilgisayarının başından ayrılamaz olmuştu. Çağrının geldiğini bildiren o ses, o komik ses olmazsa kendini iyice yalnız hissediyordu.
Kime benzediğini merak ediyordu. Hiç dokunmadığı, sesini, sıcaklığını duymadığı, gülüşünü, yüzünü bilmediği bir insana kendini bu denli yakın hissetmesini herkes, bazen kendisi bile saçma buluyordu.
Annesi şimdi de o küçük, sevimli dairede tek başına oturduğu için endişelenmeyi bırakmış, Nazan’ın son zamanlarda hiç sokağa çıkmadığını, bilgisayarının başından ayrılmadığını söyleyerek dertlenecek yeni bir konu daha bulmuştu.
“Ben İnternet-minternet anlamam evladım. Zamanın geçiyor. Otuz beş yaşına geldin hala evli değilsin. Bize bir şey olsa yalnız kalacaksın. Bırak şunu! Eskisi gibi sokağa çık. Kendine bir iş bul. Bir şeyler yap…”
Aslında “git, kendine bir koca bul!” demek istiyordu işte. Kanlı-canlı, etten-kemikten yapılmış, sanal dünyadan olmayan, dokunulabilir birini bul…
Duymazlığa geliyordu annesinin sözlerini. Bu laflardan sonra ona ne anlatabilirdi ki? Konuşamıyorlardı işte. Konuşsalar ne olacaktı?
“Ona nasıl anlatabilirim? Herkes kendi derdinde. Çarşıda, pazarda satılan bir şey değil ki birini seçip, beğenip yaşamına sokacaksın… Ne aradığımı kendimde bilmiyorum ya…”
Şimdi herkesi işten çıkarırlarken iş bulmasının zorluklarından, ekonomik krizden söz etse annesi hiç anlamazdı. Yaşamında bir kez bile çalışmamıştı. Gazeteleri okumaz, televizyonda haberleri izlemezdi. Ama iyi kadındı, altın kalpli denenlerden, komşularının, akrabalarının yardımına koşan, evinden, çocuklarından, kocasından başka derdi olmayanlardandı.
“Benim sıkıntılarımdan kurtuluş yolum da bu, internete girip gevezelik yapmak. Gerçek dünyada rastlayamadığım bir şeyi belki de burada yakalarım diyorum. Kim bilebilir?”
Arada bir rastlayanları saymazsa, zararsız gevezelikler yaparak bir çok arkadaş edinmişti.
“gugukkk”
Mesaj gelmişti işte…
“selammm. Bugün güzel bir gün olacak. Özellikle senin için! Çünkü… bir iki gün sonra oradayım! Seni görmek, tanımak, sesini duyup, kokunu solumak demek bu. Neye benzediğini merak ediyorum. Senin kara gözlerini ilk kez göreceğim. Gözlerin karaydı değil mi? Fotoğrafımı yolluyorum. Sana acıdım! Neye benzediğimi bilirsin en azından. Ha ha ha…”
“Ne zaman geliyorsun? Tam olarak tarihini söyle!”
“Biletimi salı gününe aldım. Çarşamba günü geldiğimde önce annemlere gideceğim. Perşembeye de seninle görüşürüz. Ailemi iki yıldır görmedim. Bana hak verirsin sanırım. Geriye kalan on beş, yirmi günde de umarım birbirimizi sık sık görürüz. Şimdilik bye.
Onun gönderdiği fotoğrafa dakikalarca baktı Nazan. Türk asıllı Amerikalı Ali… Bir sıcaklık, yakınlık duymak istiyordu. Sadece bir an, heyecanlı olduğunu hissetti. Ali’nin renkli fotoğrafı sokaktan geçen her hangi biri gibi Nazan’a gülümsüyordu. Gülüşüne parmağının ucuyla dokundu. Bilgisayar ekranın soğuk, elektrikli yüzeyini ayrımsadı.
“gugukkk…”
Bir mesaj daha. Bu kez Yelda… Ona cevap vermek istemedi nedense içi sıkıldı.
“Selam”
“Gevezeliğe mi geldin? Ben de şimdi chatten çıkmayı düşünüyordum.”
“OK. Mesaj kutuna bak. Hoşça kal.”
Birden dışarı çıkma isteği duydu. Perşembe gününü sabırsızlıkla beklediğini fark etti. Uzun zamandır kendine bakmadığını, yeni bir giysi almadığını, saçlarının şekilsiz olduğunu düşündü. Bilgisayarının başında kendisini görmeyen insanlarla yazarak konuşurken bunun hiçbir önemi yoktu… Oysa şimdi, o dünyadan birini karşısında görmeye kendini hazırlamaya çalışıyordu. Uzun süredir her sevinci, aşkı, ayrılıkları, sevgileri sadece bilgisayarının başında yaşadığını düşündü. Zararsız ama gerçekliği belirsiz dostluklarla dolu bir dünyada esprili, kaygısız, düşle gerçek arası ilişkiler…
Geceler boyunca yaptığı tek şey sanal dünyada yazmaktı. Bir bardak kahve ve radyoda sürekli konuşan spikerin zırvalamaları arasında odaya yayınlanan müzik programını dinleyerek zamanın geçişini fark etmiyordu. Sabahları geç uyanıyordu. Artık iş de aramıyordu. Annesine ve babasına bunun geçici bir dönem olduğunu söylerken ne zaman normal yaşamına döneceğini kendisi de bilmiyordu. O gece erkenden yatmaya karar verdi. Saati kurup yatağına girdiğinde uyumakta güçlük çekti. Gözlerinin önünden Ali’nin fazla net olmayan fotoğrafı bir türlü gitmiyordu.
Sokağa çıktığında pırıl pırıl gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Maviydi. Masmavi… Sonsuzluğun rengi çarpıverdi Nazan’ı. Denizi özledi. Sabah serinliğinin ve temiz havanın enerji verdiğini düşündü. Birden Yeniköy de deniz kenarındaki küçük kahvede kahvaltı etmek istedi. Ali geldiğinde gideriz diye geçirdi içinden. Yollar henüz boştu. Bir kaç saat sonra trafik sıkışırdı. Karıncalar gibi koşuşturan insanlar, şehir gürültüleri henüz ortaya çıkmamıştı. Parlak güneşin altında, boğazda kıyı boyunca otomobilde giderken camı açtı, özlediği denizin kokusunu içine çekti.
Adının gerçekliğini bile tam bilmediği Ali kim bilir ne yapıyordu şimdi? Uzaklarda küçük bir Amerikan kasabasındaki evde, rahat koltuğunda, elinde bir kutu bira, ayaklarının altında uyuklayan köpeğinin başını okşayarak televizyondaki filmi seyrediyordu belki de.
Gevezeliklerde, genellikle herkes yalan söylerdi. Sanal ortamda deneyimli olanların yalancıları ayırması daha kolay oluyordu. Söylediklerini unutup başka şeyler yazarlardı genelde yalancılar, dalga geçerlerdi. Bir süre herkes olmak istediği biçimde içinde saklı kalanları, doğru ya da yalan, kimseye söyleyemediklerini, bastırdıkları duyumsamaları yazardı. Ya Ali de yalancıysa? Olmadık şey değildi ki, ne değişirdi? Serüven duygusu ve merak sardı yüreğini.
Kahvede oturup simit ve kaşar yerken dalgaların serinliğinde sıcak çayını yudumladı. Boğazdan geçen tankerleri, uçan martıları, sevdiği renkleri seyretti bir süre.
Gazeteyi açıp okumaya çalıştı, okuyamadı. Yanında taşıdığı kitabı okurken içi sıkıldı. Biriktirdiği para artık tükenmek üzereydi. Bir iş bulmalıyım dedi kendine. Yeni bir iş ve yeni umutlar! Sebepsiz bir sevinç sardı içini, o an gerçekten işe girmiş gibi umutlandı. “Her şey yoluna girecek sabırlı ol diyen” sesini duydu sanki denizin.
Kalkıp yeni açılan alışveriş merkezine gitmeye karar verdi. Belki alışveriş yapardı. Sonra saçını kestirirdi. Ne zamandır insan içine çıkmıyordu. Gecesi gündüzüne karışmıştı sanki. Bilgisayarı ve internet bağlantısı olmaksızın yaşayamazmış gibiydi. Geceleri uyuyamıyordu. Neden uyuyamadığını bilmiyordu ama uyuyamıyordu işte. Güzel bir kızdı, sorunu biriyle olmamak değildi. Bundan emindi. Başka bir şey arıyordu. Belki de yüreğinin bir kuş gibi çarptığını hissettirecek birini bekliyordu. Uyuyamadığında kitap okumaya çalışıyordu ama kitaplardan da sıkılmıştı eskisi gibi okuyamıyordu. Sonra düşüncelerini kovaladı. Bugün salı dedi içinden perşembeye kadar iki günüm var.
Alışveriş merkezinin otoparkına otomobilini park ederken söylendi. Tıklım tıklım doluydu her yer. Vitrinlerde indirim var diye yazıyordu ama her şey çok pahalıydı. Her şeye rağmen paraya kıyıp giyecek bir şeyler aldı. Annesinin buna sevineceğini düşünüp kendi kendine gülümsedi.
Geçen gün kadıncağız, “Başka uğraşılar da bulmalısın çocuğum. Seni kolundan tutup sokağa sürüklemek geliyor içimden. Üzülüyorum bu haline, o arkadaşım dediğin adamın peşinde kaç sene sürüklenip durdun gitti başkasıyla birlikte oldu. Şimdi aklını kullan. Bak Oğuz seninle evlenmek istiyor. Bir evet desen…” dediğinde endişeliydi.
“Kimseyle evlenmek istemiyorum. İş aramaya gelince nasılsa bulurum. Boşuna üzülüyorsun sadece kendimi bildim bileli yaptığım şeyleri şimdi yapmak istemiyorum.”
“Bütün her şeyi benim Sedat’tan ve işten ayrılmama bağlıyor” diye düşündü. Yıllarca aynı iş yerinde, aynı işleri yapmaktan, bildik yüzleri görmekten, her hafta sonu dışarı çıktığında da o yüzlerle karşılaşmaktan, beklemekten sıkılmıştı işte.
Evine döndüğünde ne yapacağını bilmezmiş gibi dolanıp durdu odalarda. Bütün dolapları boşaltsa, atılacakları atsa, her yeri temizlese, eşyaların yerlerini değiştirse, sulamayı unuttuğu çiçekleri sulasa oyalanabilir miydi acaba?
Zaman durmuş gibi geçmek bilmezken yine bilgisayarının başına dönüp internete bağlandı. Mesaj kutusuna baktığında kutuyu dolu bulunca şaşırdı. Okuduğu fıkralara, karikatürlere güldü. Bir kaçını başkalarına yolladı, geri kalanını sildi.
“Tık tık”
Bu saatte sohbet ortamında kimse olmaz sanıyordu.
“Gugukk”
Biri gelmişti. Tanımadığı biriydi bu. Onu geri yolladı. Artık kendi listesinin dışında kimseyi gevezeliğe kabul etmiyordu.
"Gugukkk”
Bir başkası… Bu kez Bobo rumuzlu Nazlı’ydı. Önüne gelenle sohbet ederdi. Bir iki gevezelikten sonra telefonlarını ister, genellikle dışarıda buluşurdu. Sonra da sanal ortamda herkese anlatırdı. Komik ve renkli biriydi.
“selammm…”
Onu da sanal dünyasına geri yolladı. Ali’den başkasına yazmak içinden gelmiyordu. Yarın bu saatlerde yolda olacak diye düşündü. Perşembe günü, perşembe, perşembe… Başka şey düşünemez olmuştu sadece per-şem-be…
Bunca zamandır hiç yapamadığı bir şey yaptı, o saatte ilk kez yatağına yatıp uyudu. Uyursa zaman daha çabuk geçer, günü bitirmek daha kolay gelir diye, deliksiz bir uykuya terk etti bedenini.
Uyandığında “bugün göremesem de burada olacak” diye düşündü. Amerika’yla arada yedi saat zaman farkı vardı. Çalışma masasının üzerinde duran çalar saati eline alıp hesaplamaya çalıştı.
“Şimdi orada saat öğlen iki, sekizde binmiş olsa uçağa… Üçte burada olur.”
Yüksek sesle biriyle konuşur gibiydi. Onu beklemek güzeldi. Gerçekliğinden, gelip gelmeyeceğinden emin olamasa da beklemek yine de güzeldi…
Annesini bugün hiçbir şekilde görmek istemiyordu. Umut kırıcı endişelerinden, korumacı tavrından yorulmuştu. Hayallerinden, rüyalarından, sanal dünyadan hiç olmazsa şimdilik uzaklaşmak istemiyordu. Sesi, şikayetleri, gerçek dünyanın yenilmez, yutulmaz sıkıntılarını anımsatıyordu. Şimdilik hiçbirini duymak istemiyordu. Dediklerini de umursamıyordu aslında. On beş, yirmi günlük bir şeydi tüm istediği, Ali’nin Türkiye gezisinde sadece onunla olmak. Başka şey bilmiyordu…
Ali uçakta, İstanbul-Newyork arasında, okyanusun üstünde 30 000 metre yükseklikte, okuduğu dergiyi koltuk cebine koyarken biraz uyumak konusundaki umutlarını yanında oturan adamın sorularıyla terk ediyordu… Nazan’ın onu düşündüğünden habersiz, uykusuz, yol yorgunu… Bunu hayal ediyordu Nazan. Sadece bir hayaldi işte.
Telefon çaldığında Yonca’yla buluşacağı aklına geldi.
“Nazan hazır mısın? Seni gelip alacağım… Bekletme tamam mı?”
“Oturup konuşabileceğimiz bir yere gidelim, olur mu? Yarın o geliyor biliyorsun… İçim heyecandan kıpır kıpır, kafamı başka hiçbir şeye yoramam, tamam mı? Yanında birini getirme ne olursun…”
“Peki… duydum.Görüşürüz.”
Sokaklar akşam kalabalığıyla dolmuştu. Her yer ışıklıydı. Gökyüzündeki binlerce yıldız yarın havanın sıcak olacağını söylüyordu sanki. O gece nereye giderse gitsin Nazan için hiç önemi yoktu. Tabakta duran yemeğine çatalının ucuyla bile dokunmamıştı. Yonca onu dikkatle dinlemeye çalışıyordu.
“Halimden bir tek sen anlarsın diye düşündüm.”
“Başıma geldiği için anlarım tabi. Çok ciddiye alıyorsun ama bana olanları sen de bir kez daha hatırlasan. Hani, daha birkaç ay önce olanları. O zaman sen beni böyle dinliyor ve akıl vermeye çalışıyordun. Chatte tanıştığım adamın başıma açtığı dertlerden daha yeni kurtuldum. Başına dert açma, eğlenmene bak. Milyonda bir olan bir şeyi konuşuyoruz. Tehlikeli bir yalancı olabilir o da…”
İşten ayrıldığı, Sedat’la aralarının açık olduğu günlerde bilgisayarına o programı yüklemesi için ısrar eden Yonca şimdi bütün yaşadıklarına gülebiliyordu…
“Eğlenmek istemiyorum. Milyonda bir olsa da denemeye değer diyorum.”
Eve döndüğünde sokak kedileri kapısındaki paspasta uyukluyordu. Onları kovmaya kıyamadı… Kendine benzetti biraz. Bu seferlik orada öylece yatmalarına göz yumdu.
Telesekreterdeki mesajları dinlerken Sedat’ın sesi aramasını söylüyordu. “Bir kez daha denemek için.” Kim bilir hangi düşünce yerleşmişti kafasına? Nazan’ın sabırla, anlayışla ve iyimserlikle korumaya çalıştığı son dostluk görüntüsünü de belki tümüyle silmek için, son kez arıyordu.
Uyumak istiyordu. Uyuyup sanki zamanın geçişini hızlandırmak, merak ve heyecan duyumsamalarından uzaklaşmak istiyordu.
Perşembe sabahı annesi geldiğinde Nazan’ı hemen dışarı çıkacakmış gibi giyinmiş buldu. Ali’nin ne zaman arayacağını bilmeden beklemeyi aptalca bulduğu halde, bunu yapmaktan kendini alıkoyamamıştı.
“Dışarı mı çıkıyorsun, kızım?”
“Evet!”
Annesi bu halini görünce kim bilir neler düşünüp sevinmişti. Ona yalan söylemekten hoşlanmasa da, bir süre daha bugün yaşamayı umduğu sevinçten, Ali’den söz etmemeye karar verdi. Telefonun çalmasını bekliyordu.
Ama o telefon, Perşembe günü hiç çalmadı.
Seni seviyorum diyebilmek için beklerken Ali gelmemişti. Geldiyse de aramamıştı. Belki de öyle biri hiç olmamıştı. Nazan onun içine kapalı, kendini rahat anlatan, sessiz dünyasını sevmişti. Geceler boyunca bilgisayar ekranının önünde ona yazarken içtendi ama sanal dünyada da aşkların gerçekliğini insan yine de bilemiyordu.
Aradığı şeylerin yanıtlarının dışarıda, kolayca ulaşabileceği bir aydınlıkta olmadığını, kendi içinde saklı olduğunu da biliyordu artık.
Acısı geçtiğinde, aynadaki kendi yüzünden yansıyan ışıkla yalnızlığından, güçsüzlüğünden, korkularından sıyrıldığını hissetti. Sevgi her yerde vardı. Geleceğin neler getireceğini hiç kimse bilemezdi.
Ağladı ağlayabildiği kadar, biriktirdiği tüm gözyaşlarını döktü. Bilgisayarındaki chat programını silerken, sadece yaşamın kurallarını değiştiremeyen sevgisinin gerçek olduğunu biliyordu.
Kapı çaldığında gelen Yonca’dır diye koşarak açtı. İlkin karşısında duran adamın gerçekliğini kavrayamadı sonra yüreğine bir kıvılcım düştü. Sözcükler Ali’ye gözlerinden ulaştı.“Seni seviyorum” Onun yüzü de gözlerindeki ifadeyle varoluşunun gerçekliğini onaylıyordu. Gerçek öykünün başladığı anda sözcük ve anlam arasında hiçbir uzaklığın kalmadığı bir noktada sadece mutluluk vardı…