Ege’de yaşamayı çok istedim. Öyle böyle değil, 25 yıl kadar istedim.
1.5 sene önce yani 50 yaşında bunu başardım.
Bana sık sık şunu soruyorlar: Gidenler memnun kalmadı, sen hiç pişman mısın?
Bu soru üzerine bir kitap yazılabilir.
Neyden pişman olur insan, neden olur ya da neden hiç pişman olmaz bağlamında…
Bugün genç üniversitelilerden gelen bir set soruya yanıt verirken, belki de ilk kez meseleyi kendi tarafımdan bu kadar ayrıntılı düşündüm ve şunları buldum:
- Ben bir iklimin peşindeydim. Bir şehrin, bir yapının, bir insanın değil. Kekik kokulu bir iklimin, mavi balıklı bir iklimin. Gökyüzüne bakıp nefes almayı kutladığım bir iklimin.
Pişman değilim.
- Seçme şansım olsaydı Bodrum’u değil çok daha sakin, daha bakir bir kasaba hatta köy seçerdim. Ama benim seçimlerimle 11 yaşındaki bir evladın seçimlerinin ortak kümesi burası oldu. Öyle olması gerekiyordu, pişman değilim.
- Ben Bodrum’a 50 yaşında ilk kez geldim. İlk geldiğim gün çok ağladım. Bu, artık benim okuduğum şu emsalsiz sözcüklerin şehri değildi: “Bodrum'dayken sabah kalkar, maviyi görürdüm. Çoktu yahu! Fazla yahu!" (Halikarnas Balıkçısı)
- Ben Bodrum’a 50 yaşında ilk kez geldim ve 4 gün sonra burada bir evim oldu. Yani biz bu şehirle bildiğin görücü usulü evlendik. O anda atılacak tek adım oydu, Pişmanlık duyulacak bir yanı yok.
- Ben evlerin, odaların, eşyaların, ayrıntıların yaşamdaki yerine inanırım. Minimalist bir evim olma olasılığı yok. Paganlar gibi sarkanlarım olmalı, astıklarım, asacaklarım, kutu kutu resimlerim, nesnelerim, koleksiyonlarım. Kitaplarım olmalı ve 40 yıldır yazdığım defterler de olmalı. Bunların hepsi bir çatının altındaysa ben pişman olmaya vakit bulamam, zaten de bulamıyorum.
- Kuzenim Evroşka, ‘Burada bir sürü Bodrum var Nesli’ demişti, haklı çıktı. Ben kendi Bodrum’umu 150 metrekare bahçe ve iki balkonda yarattım; “İşte bu da benimki” dedim bitti gitti.
- Bundan iki gün önce hayatımda ilk kez Yalıkavak Marina’ya girdim. Girmem ve çıkmam 12 dakika sürmedi. Sevenlerine bir şey demem, vardır bir bildikleri, istedikleri, ihtiyaçları ama ben orada neyi istemediğimi gördüm. Sonra Gümüşlük’te hep gittiğim beş masalı bakkal önü kahvesinde de neyi istediğimi anımsadım. Evroşkam haklı çıktı bir daha.
- Yunan Adaları’nda dolanırken hissettiğim o mavi ve beyaz duygu ne yazık ki benim ülkemde olamıyor. Bu beklentiden vazgeçmeyi 51 yaşımda öğrenmiş olmam gerek ama nedense hâlâ isyan ediyorum sık sık. Şöyle düşünün. Bir yer var çok güzel, “Çok yahu! Fazla yahu!” dedirtecek kadar. O yerde olmak istiyorsunuz. Oluyorsunuz ve daha da olmak istiyorsunuz, ucundan biraz ısırıyorsunuz, biraz daha… Benim kalkıp da buranın eski ahalisi gibi, sürekli yaşamayan insanlara laf etmeye ne hakkım var ne de niyetim. Ama görünen o ki; burayı sevenler burayı yok etme niyetine girmişler.
- Bağla’da oturduğum tepeye ilk geldiğimde yolumu inekler kesmişti. Tam önümde bir yamaç ve ilerde eşsiz bir sakız ağacı vardı. Hasta bir sakız ağacı ama. Kavruk kalmış. Sitenin içinde 14 tane enfes fıstık çamı. Deniz manzarasını kapadıkları için herkesin nefretle baktığı ama yasalar yüzünden el süremediği… Aklımı bunlar çeldi. O yıkık dökük evde kitap okuduğum, müzik dinlediğim, kızımı büyüttüğüm günleri gördüm. ‘Ne yapsam, nasıl etsem?’ derken gökyüzünden bir beyaz tüy de düşünce önüme, ‘Tamam’ dedim. “Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin”. O inekler, o yamaç, o sakız ağacı artık yok. 1.5 senede değişti gördüklerim. Şimdi saat başı masamı temizliyorum, inşaatın tozu makineme girmesin diye. Fıstık çamları benim askerlerim ve ben de onların. Yağmur yağıp da temizlenince yaprakları, yeşilden de yeşil oluyorlar. Pişman değilim.
- Bu ülkede insanlar, her köşeye bir yer bezi kovası, bir paspas, bir boru, bir kirli teneke koyuyorlar ellerinde değil. Dünyanın en güzel sahilinde ve coğrafyasında bunlara alışmak gerek.
- Geçen gün eşimle Bağla’dan Akyarlar’a giden yolda önümüze lüks bir araç takıldı. Penceresini açtı ve çöplerini atmaya başladı. Bir attı, kendi kendimize söylendik; iki attı küfür ettik, üçüncüyü de atınca korna yaptık. Fotoğraf çektim, plaka aldım, paylaşalım diye. Gaza geldik, ‘Jandarmaya şikâyet edelim’ falan dedik ama sonra yıldık kendimizden, yürüdük gittik. Yol çöplerle doluydu, bıraktık konuşmayıL
- “Ay! Gümüşlük Cihangir oldu vallahi, oradan kaçtık burada yakalandık” diyenler oluyor. Bilmem, ben çok seviyorum Gümüşlük Jazz Cafe’ye gittiğimde her masada tanıdık yüzler görmeyi. Beyoğlu’ndaki o mekânda, 2000’lerin başında kendimi bulmayı, mekânın sahibi Cengiz Ağabey’i dağ gibi ayakta görmeyi, evimde hissetmeyi… (Bu sezon daha gitmedim umarım hala oradadır ve iyidir)
Konu evde hissetmeye kendiliğinden geldi, yazar ustalığı değil. Evimdeyim. Sıcak ama esintili bir hava var. Hatmi çiçeğim evin boyunu aşacak kadar büyüdü. Ona ‘Avarel’ ismini uygun buldum. Ben de bir buçuk metre boyumla ‘Joe’ oluyorum. Günü kabul ediyor, geçmişi sevgiyle anıyorum.
Sebzeleri dün suladık bugün sulama yok. İşleri toparlayıp bir şeyler izlemeli.
İstanbul’dayım aslında biraz. Müge’nin dediği gibi “İstanbul üç yaka. Bodrum, Asya, Avrupa”
Neslihan Muradoğlu Özkan