“Rüzgar kanatlı atlar gibi geçti hayat ”
Nazım Hikmet
Soğuk hem de nasıl, ellerim ayaklarım donuyor ya kalbim? Kuru ayaz var. Yüzümü bıçak gibi kestiğini hissediyorum. Hisar’dan Bebek’e doğru sıradan bir günde, sıradan bir akşamüstü, hızlı hızlı yürüyorum. Benim gibi hızlı yürüyen birkaç kişi daha var. Ritimli, duraksamadan, sağlıklı olmak için yürüyorlar. Bense, yalnızlığımı şu an gerçek kılmak ve biraz düşünmek, belki de kendimi sorgulamak için yürüyorum.
Geçen kış, bu zamanlar kim bilir nerelerdeydim?
Anımsamıyorum. Bir süredir geçmişi hiç düşünmüyorum. Sonsuzlukta, şimdide durduğumu imgeliyorum. Tartarak ve bilerek ağır ve güçlü olanla yüzleşiyorum. Kafamın içinde susmayan o geveze, kuşkucu, itaatsiz sesi susturmaya çalışıyorum. O ses, şimdi kıyıya vuran dalgaların sesine karışıyor.
Parktan geçip, Bebek iskelesine doğru yürüyorum. Kıyıda durup denizin içine bakıyorum. Mavi- yeşil değişik bir rengi var şimdi. Kıyı bulanık ve köpüklü.
Sesin netleştiğini hissediyorum. Bana kızıyor.
“Hadi tatlım, inadı bırak! Kabul etmen gerek, artık geri gelmeyecek! Vedalaş…”
Unutmak...
Unutamam! Söz verdim unutmamaya. İçimde korkunç bir boşluk ve isyan duygusu var. Öfke de denilebilir buna. Bu duygu yüreğime saplı bir bıçak gibi. Çekip çıkarırsam bıçağı, yaram sanki daha da çok kanayacak.
Telefon rehberimden ismini silemiyorum. Arıyorum, “kapsama alanı dışında” diyen o mekanik ses, artık var olmadığını kafama vuruyor. Son zamanlarda “artık bu numara kullanılmıyor.” diyen sese ise, daha da çok kızıyorum.
“Gençti…” diyorum.
“Onu herkes severdi.”
Yok oluşunu kabullenmeyerek, direnerek, şiddetle inkar ediyorum.
Bu bir kabus olmalı. Uyanacağım ve bütünüyle bu kabusu unutacağım. Beni yarın ya da öbür gün yine arayacak sevgili arkadaşım.
“Bugün neler yaptın bakalım, cingöz?” diye, hafif alaycı ses tonuyla hatırımı soracak.
Kızıyormuş gibi yapıp, yine onu eğlendireceğim. Yeni tasarladığım senaryoyu anlatacağım, okuduğu bir kitabı, gördüğümüz bir filmi tartışacağız…
Pazarlık halindeyim. Geri dönsün, hiç üzmeyeceğim. Bir daha öyle bırakıp gitmek yok. Şaka yapıyor her zamanki gibi…
“Ah! Jack… Büyük oyuncusun!”
Ona “Jack” deyince gülerdi, Cicoz…
Kalbinin durduğu anı sanki, çok iyi biliyorum. O sırada, hiç tanımadığım birinin doğum gününü kutluyordum. Ne işim vardı, orada? Yanında olamaz mıydım?
Olamadım…
Sorular, pişmanlıklar, hesaplaşmalar... Bunları, içimdeki o dinmek bilmez öfke hala söyletiyor. Çöküntü halindeyim. İçimin sesi, gündüz gözüyle sorguluyor.
Nereye bakıyorsun?
Hiçbir yere…
Hiçbir yer neresi? Uzak mı, yakın mı?
Beni zorlama, konuşmak istemiyorum.
Neden?
Neden diye, sorma zorluyorsun, sıkılıyorum.
Zamansızlığı düşünüyorum. Gelişleri, gidişleri…
Soğuğu, sıcağı, korkuyu, belirsizliği, hayatı.
Korkuyor musun?
Hayır, korkmuyorum...
Bu soğukluk ya da sıcaklık?
Hiçbir şey ve her şey demek aslında…
Her şey olabilir, hiçbir şey!
Neyi, bilmediğini sanıyorsun?
Hâlâ yağmur yağıyor… İçim üşüyor, düşünüyorum. Uzun uzun düşünüyorum hiçliği... İsyanımdan ve egomdan kaynaklanan, zavallı öfkemin durduğu yerde dinmek bilmeyen kayıp acısı var. Bu halime odaklanıyorum. Hissettiğim acı, kor halindeki bir demir parçası gibi kıpkırmızı duruyor. Yüreğimde onu, bir tür yenilgi durumu gibi kabul ediyorum.
Artık düşünmüyor, yargılamıyor, sadece hissediyorum.
Hava kararıyor. Sanki, geceyle, gündüz arasında bir yerdeyim. Bir süre sonra, ansızın gelen karanlık ürkütücü. Yağmur dinmiş gibi görünse de, serpiştiriyor. Gölgeler, dalgaların sesi, deniz kenarında yürüyen bir iki serseri, ruhumu dağlayan tuhaf duygularıma, tiyatro sahnesi gibi bir dekor oluşturuyor. Artık, soğuğa falan aldırdığım yok. Tek isteğim, bir an önce bu karanlıktan, parktan çıkmak, caddedeki ışıklara ulaşmak ve sonra evime doğru koşmak.
Yağmur hâlâ yağıyor…